Gracias Fernando


05.08.2019


Meksika sınırı bir zamanlar hayli kârlı kaçakçılıkla meşhurdu. İnsanlar ABD’den Meksika’ya Meksika’dan ABD’ye mutlaka bir şey kaçırırlardı. Bir tarafta ucuz olanı diğer tarafta yüksek fiyatla satabiliyorlardı. Yeter ki, sınır muhafızlarına gözükmeden diğer tarafa geçebilsinler. İyi bir kaçakçının en büyük becerisi sınırı gözükmeden geçmek, gözükse de kaçırdığını göstermemekti.

Bu kaçakçılardan biri vardı ki hayli garipti. Her sabah sınırdan bisikletiyle geçer, akşamüzeri yine bisikletiyle geri dönüyordu. Adına ben Gonzales diyeyim siz Fernando deyin. Muhafızlar, sınırı bu kadar sık geçen adamın mutlaka kaçırdığı bir şey olacağına hükmederler. Ne var ki geri dönüşte Fernando’nun bisikletinin terkisinde fazladan sadece bir kum torbası vardır. Kumları her akşam ince ince elekten geçirirler, torbanın orasına burasına dikkatlice bakarlar ama kayda değer bir şey bulamazlar. Bazen öfkelenip kumları oracıkta döker, torbayı da yakarlar ama Fernando yine neşeyle evinin yolunu tutar. Ertesi sabah yeni bir kum torbası almak üzere bisikletiyle sınırda görünür.

Yıllar sonra, sınır muhafızlarının şefiyle kaçakçı Fernando bir barda karşılaşırlar. Artık ikisi de yaşlanmıştır; Meksika sınırı da kaçakçılık için elverişsiz hale gelmiştir. Şef de emekli olmuştur. Şef sorar: “Sen ne kaçırıyordun Allah aşkına, dostum?” Fernando her zamanki sıcak tebessümüyle karşılık verir. “Gözlerinizin önündeydi şefim ama görmediniz! Görmek istemediniz!” “Nasıl yani?” diye gözlerini fal taşı gibi açar şef. “Bisiklet!” der Fernando. “Siz kum torbasına gözlerinizi dikmişken, sabah gittiğim bisikletin eski, döndüğüm bisikletin yeni olduğunu fark etmediniz!”

Terapinin-Irvin Yalom gibi ustalarının da zamanla fark ettiği ve itiraf ettiği gibi-gizli işleyişi de bu hikayede saklıdır. Terapide çoğu kez ne söylendiğine ve ne söyleyeceğimize odaklanırız. Kulaklarımız anlatılanlardadır. Yeterince profesyonelsek, içimizde birikmiş teorik çözümleri takır takır akıtırız. Sesin havada asılı kaldığı sessizlikleri kendi başarısızlığımız olarak görür, hemen doldurmaya çalışırız. “Acaba bilişsel mi ilerlesem?” “Yoksa analitik mi yaklaşsam?” “Şema Terapisine mi dönsem?” gibi sorularla boğuşuruz. Elbette ki doğrudur bu. Yerindedir. O kadar bilgi, şu kadar donanım, bu kadar teori, karşımızdaki insanla beraber olmayı geciktirebilir, hatta engelleyebilir de. Danışanın zaman ayırdığı, masraf ettiği, kendini adadığı, olduğu gibi olma açlığını doyuracağı terapi odası yaşantısı, yaşanmadan son bulabilir.

Diyeceğim o ki, bisikletin terkisindekiler eninde sonunda kum torbası… Biz taşınana değil, taşıyana odaklanalım. Taşıyan, yani insan, tüm saflığıyla orada, karşımızda. Hiçbir yerde, hiçbir anda böyle olamadı. Bu onun için kozmik bir fırsat… Bisiklete odaklanalım şimdi. İnsana. Yeri gelince, terapistlik yapmamayı terapistlik yapmak olarak görelim derim. Bir insan olarak, tüm ruhumuzla, saf bir varoluşla, “gövdemizi bütünüyle dönmüş olma” samimiyeti ile y/anında olalım danışanın.

 “Bisikletti, şefim, bisiklet!”  

Teşekkürler Fernando!