Zihnen Obez


15.10.2014


Çağımızın en büyük sıkıntılarından birisi obezlik. Kimi uzmanlara göre, aşırı yemek yeme davranışının nedeni içimizdeki travmaların yarattığı boşluğu doldurmak; alınamayan sevgiyi, ilgiyi, şefkati yiyerek gidermek. Yani sevdiklerinden ihtiyaç duyduğu ilgi ve şefkati alamayan kişi kendini aşırı şekilde yemek yiyerek tatmin etmeye başlıyor. 

Bunun en büyük tetikleyicilerinden biri hiç kuşkusuz fastfood dediğimiz hızlı tüketim tarzı beslenme. En az sürede en hızlı şekilde yemeğimizi tüketip bol koşuşturmalı hayatımıza kaldığımız yerden devam etme peşindeyiz. Sonuç: gözle görülür bir mücadele başlığı… Ama asıl nevrotik olan ve gözden kaçan bir başlık var ki şu an yapılan pek çok terapide temel sorunlardan biri olduğunu düşünüyorum: Zihinsel Obezite.

Bilgi kirliliğinden mustarip olduğumuz çağımızda durmaksızın çalışan zihnimize düşünceler, fikirler, bilgiler saldırıp duruyor. Bunları kendi potamızda eritmediğimiz, çiğneyip hazmetmediğimiz durumlarda direk içe alma ve zihinde nedenini fark edemediğimiz bir yük, baskı oluşmaya başlıyor..

"Zihinsel Obezite”yi kısaca GestaltKuramı’nın iki ilkesi ile açıklayabiliriz.

Birincisi: “Bütün parçaların toplamından faklı bir şeydir” der Gestalt Kuramı. Özetle açıklaması; parçalar bir araya gelirken bütün olabilmek için farklılaşır ve tek başına parçayken olduklarından farklı görevler üstlenip bütünü oluştururlar. Tıpkı bir yemeğin tadının, tek tek yemeğin içine konan besinlerin tatlarından farklı olması gibi.O yemeğe konan her şey kendi tadının yemeğe süzülmesine izin verir.

Düşüncelerimiz de bir araya geldiğinde buna benzer bir süreç oluşur. Cümleler üst üste konurken araya kendi fikirlerimiz, bakış açımız, değer yargılarımız, yaşantılarımız girer.

Cümlenin anlattığı, içimizde araya giren şeyler nedeni ile başkalaşarak bambaşka bir anlam kazanır zihnimizde. Tek tek incelendiğinde vardığımız noktada olmayacak bir sonuç çıkar ortaya.Kulaktan kulağa oyunu misali söylenen cümle bize verildiği gibi kalmaz. Samimiyet sorunu olan 30’lu yaşlarında erkek bir danışana kulak verelim:

“-Kızla dışarıda buluştuk. Her şey keyifli gidiyordu. Birden kızdan soğudum ve ona saldırgan davranmaya başladım. Gece tatsız bir şekilde bitti.

-Tam olarak ne zaman Uzaklaşma hissettin?

-Bana çocukluğunu geçtiği köyü anlatmaya başladı. Nasıl güzel günler geçirdiğinden, ailesi ile geçen harika zamanlardan, o günleri nasıl özlediğinden bahsetti. Sinirlenmeye başladım ve kız artık bana oldukça samimiyetten uzak görünmeye başladı.”

Bu danışan çocukluğunu köyde, olumsuz bir aile yaşantısı ile oldukça kötü şartlarda geçirmişti. Onun gerçekliğinde köy yaşantısı yaşamış birinin anılarına sahip değildi genç bayan ve bu yüzden oldukça samimiyetsiz hatta yalancıydı. Genç kadının cümleleri onun zihin süzgecinden geçince bu anlama ulaşmıştı. Zihninde biriktirdikleri belki de harika gidecek bir ilişkiyi o gece noktaladı.

Zihinde birikime neden olan bir başka durum “içe alma” kavramı. Bizler duyduğumuz gördüğümüz şeyleri olduğu gibi almayız. Tıpkı vücudumuza aldığımız besinler gibi, fikirleri de alır, çiğner, öğütür, sindirir, yararlı olanları alır yararsızları atarız.Zihnimizle uyumlu ve onu besleyecek düşünceler kalır, bizi hasta edecek düşünceleri kafamızdan atarız.İçe alma kavramı baştan sona doğru işlediğinde zihinsel sağlımızı koruyan bir kavramdır. Düzgün bir çiğneme, öğütme ve hazmetme olmadığında hasta oluruz. 

"Biliyordum, birbirimize hiç uygun değildik. Ben dışadönük, sosyal, yeniliklere açık bir insandım. O ise tamamen evcil, içe kapanık, az konuşan bir tip. Babasız büyüdüm. Beni kafaya takmıştı zaten. Hediyelere boğuyordu, sürekli ilgi gösteriyordu. Kıskanması bile çok iyi geliyordu. Maddi durumu oldukça iyiydi. Herkes birbirimiz için çok uygun olduğumuz söylüyordu. Herkesin düşüncesi hep çok önemli oldu zaten. Sonunda ben de inandım mükemmel çift olduğumuza. Şimdi evliyiz. Aynı şeyleri istemiyoruz, konuşmuyoruz, gideceğimiz restoran konusunda bile anlaşamıyoruz. Cehennem! Evliliğim tam bir cehennem ve çok uzun süredir uyuyamıyorum, gülemiyorum.”

Pek çoğumuzun baş etmekte zorlandığı o ünlü “herkes”… Düşünceleri kendi süzgecimizden geçirmemize, kendi katkımızı koymamıza ve keyfini çıkarıp hazmetmemize engel olan çocukluktan gelen kodlanmalarımız “verileni al ve yut sistemi” ile bizi obezleştiriyor. 

Sesimiz çıkmıyor, yumruklarımız sıkılıyor. Patronumuz ya karımız/kocamızla karşı karşıya geldiğimizde karşımızdaki büyüyor ve bir anda çocukluğumuza dönüyoruz: “Büyüklerin lafına karışma”, “Büyüğün ne derse o, karşı çıkma”…

Hayatı boyunca başkasını verdiği sayısız kararı düşünmeden, hazmetmeden bünyesine kabul eden zihin bir yol ayrımında tıkanıyor. O anda amaç doğrusunu yapmak değil çözüme ulaşmak. Birisi: “Bundan sonra ….olacak”, “Bundan sonra bunu böyle yapacağız/ yapacaksın” dese de bitse bu ıstırap. Ancak karar alınsa da birey içinde kendini bulamadığı için bitmiyor…

21 yaşındaki danışanımdan:“Hiçbir zaman kendi fikrimiz olamazdı. Hep el âlem ne der diye büyütüldük. “Uyumlu olmak”“mutlu olmak” tan bile önemliydi sanki. Öğretmenler bile yorum yaptığımızda ‘Sen kim oluyorsun da böylesi bir konuda fikir beyan ediyorsun’ diye çıkışırlardı.

Herhangi bir şey için bırakın ‘bence’ diye başlamayı ‘evet ama’ deme hakkımız bile yoktu. Bize söylenen cümleler anayasa gibi değiştirilmezdi adeta ve onları kabul etmeme gibi bir seçeneğimiz yoktu. Düşünemiyorduk başka türlüsünü zaten.

Okulda öğretmenim gibi, evde anne babam gibi, anne tarafımda onlar, baba tarafımda diğerleri gibi konuşmak, düşünmek, onlar gibi davranmak zorundaydım. Sürekli takip edip istediklerini tahmin etmek için çırpınıp duruyorduk. Farklı farklı bir dünya insanı kodlamıştık. Ne sorulsa kişiye göre cevap verir, aksi takdirde sağlam eleştirilir hınca hınç dışlanırdık.

Çocukken başka türlüsünü bilmediğim için farkında değildim ama büyüdükçe bir şeyler rahatsız etmeye başladı. İçimde cılız bir ses “ama, ama, ama” diyordu sanki. Çok cılız bir ses..

Sinirleniyordum, isyan ediyordum ve sonunda yine cesaretim kırılıyor susuyordum. Şimdilerde bunun etkileri gözle görülür olmaya başladı. Ayaklarımı sallamaya başladım. Geceleri dişlerimi gıcırdatıyorum. Çok sakin görünsem de inanılmaz saldırgan hissedebiliyorum ve devamlı insanlara laf sokuşturuyorum. Bunu gülümseyerek yapıyorum bazen ve duruş sergileyemediğim için kendimden nefret ediyorum.

Çözüm üretebilen biri değilim. Birileri çıkıp “Şunu mu yapsan acaba ?”dediğinde kendimi rahatlarken yakalıyorum ve ben beceremediğim için kendimden nefret ediyorum. Kafamda onlarca anının içinde yüzlerce çözüm var ama doğru olanı bilediğimden verilen yenisini alıp onu uygulamak için çırpınıyorum bir de…

O kadar insana kızgınım ki! Televizyona bile kızgınım yaptıkları dizilerde bizimkine benzer yaşantıları pompalıyorlar diye. Hesaplaşmam çok uzun sürecek sanki. Kafamın içinde devasa bir öğütücü kurmam gerek atana kadar.

Sesim çıksın istiyorum. Kendi düşüncemi farklı da olsa söyleyebilmek istiyorum. Bir konuda benim de katkım olsun, düşündüklerimin bir anlamı olsun, düşünmek istemiyorsam zihnimden defolup gitsin dilime yaptığı baskı üzerimden kalksın istiyorum."

Yıllar içinde birikmiş, işe yaramayan onlarca düşünce, kural, istek, beklenti, yasak danışanın çok güzel ifade ettiği gibi “dile baskı yapıyor” ve tabii ki zihne…

Kendi kafasının doluluğu içinde kendi sesini bulamayan insan bir süre sonra zihinsel obezite içinde ayağa kalkamaz oluyor.

Çocukluğumuzda yaşadığımız zamana dönme şansı yok elbette. Ancak terapi sürecinde yaşananlarla zihinsel egzersiz ve perhizlerle dilimize baskı yapan yüklerden kurtulabiliriz.

Duygularını, isteklerini, beklentilerini analiz edip kendisine ait olmayanları eliyor. Çoğu danışanın “gerçekten nefes almaya başlamak” olarak düşündüğü bir süreci yaşıyor nihayetinde. Tıpkı 21 yaşındaki danışanım gibi:

"Rüyamda sahilde kurulu bir salıncaktayım. Rüzgar yüzüme esiyor. Salıncağın sahilde olmasından rahatsız değilim çünkü parkta olmak zorunda değil. 

Ayaklarımı gökyüzüne kaldırarak güneşe doğru uçuyorum…

Uyandığımda gülümsüyordum. Sanırım rüyalarımda bile tadını çıkarıyorum. Benim hayatım, benim düşüncelerim, benim kararlarım, benim, benim, benim…”.