Oral Evre


A- Hazzın Yönelimi Açısından (Psiko-seksüel Açıdan)

İnsanın biyolojik gelişimini incelerken doğum sonrası dönemde süt çocukluğu dönemini daha önce anlatmıştık. Organizmanın biyolojik gelişiminin nasıl şekillendiği ile ilgili bilgiyi de detaylı olarak vermiştik. Ruhsal bir bileşenin ilk oluşumu çocuğun doğumuyla beraber başlar. Bu dönemde olup bitene ve bu dönemden sonra oluşan yapılara bir anlam kazandırma, psişeyi yorumlama ve bunları bütüncül olarak tanımlama, bilimsel anlamda Sigmund Freud  ile başlamıştır. Freud bu döneme, 'Oral Dönem' yani 'Ağızcıl Dönem' adını vermiştir. Bu dönemin özelliklerini dinamik psiko-patolojik anlayışa göre Freud ve onun takipçileri özel bir şekilde yorumlayarak değerlendirmişlerdir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde oral evrenin oral olarak isimlendirilmesinin temel nedeni Freud'a göre hazzın ilk oluşum yerinin belirlenmesiyle ilintilidir. Buna göre, gerilim içinde olan organizmanın bu gerilimden kurtulup hazza ulaşabilmesi için bebeğin dıştan gözlemlenen ilk davranışının emme reaksiyonuyla ortaya çıkması ve bu emmeyi de ağzıyla gerçekleştirmiş olması bu evrenin tanımlanmasına hareket noktası olmuştur.

Freud, psiko-dinamik teorisini geliştirirken ve oluştururken mihenk noktası hazzın gelişim seyridir. Burada haz kavramının içeriği çok önemlidir. Freud'un kastettiği hazza, orijinal metnin çeşitli dillere tercüme edilmesi esnasında farklı anlamlar yüklendiği kanaatindeyiz. Freud'un kastettiği haz organizmanın gerilimden kurtulması ve dürtülerin deşarj olması anlamındaki hazdır. Ama bu haz kelimesi daha sonraki bilim adamları tarafından ergen  insanın hazlarından birisi olan seksüel bir hazla ilintilendirilmiş ve eşleştirilmiştir. Bu durum, gerçeği ters yüz etmektir. Zira cinsellik de hazlardan birisidir ama sadece birisidir. Burada Freud'un vermeye çalıştığı mesaj, ilk zigot hücrenin farklılaşarak çeşitli dokuları oluşturabilme yeteneğine dönüşmesi gibi, ilk hazzın da farklı hazlara dönüşmesidir ki Freud bunların süreçlerini ortaya koymaya çalışmıştır.

Bebeği gözlemlediğimizde, doğduktan sonra onun dünyayı algıladığı ve dünya ile iletişim kurduğu tek organının ağzı olduğunu görürüz. Açlık duyusu, daha sonraki dönemlerde ilgi ve sevgi arayışı ve bir nesne ile kaynaşma ihtiyacı şeklinde takdim edilen temel dürtüsel ihtiyaçlar veya arzular, ağız yoluyla nesnesine ulaşmakta yani memeyle buluşmaktadır. Bu dürtülerin hedefine ulaşmamasının sonucunda organizmada meydana gelen gerilim yani acı, bebeğin ağız yoluyla memeye ulaşıp, emme eylemini gerçekleştirerek dürtülerini deşarj etmesi ile ortadan kalkmaktadır. Bebek bu şekilde rahatlamakta, dinginliğe ulaşmakta ve haz diye tanımladığımız duygusal süreci yaşamaktadır. Bu dönemde bebeğe 'sen nesin' diye sorulsaydı, bebek muhtemelen 'ben ağızım' diye cevap verirdi. Yine aynı bebeğe, 'dünya nedir' diye sorulsaydı 'dünya bir memeden ibarettir' cevabını verirdi.
Oral dönem, ortalama olarak on iki ay sürer. Bunun başlangıcı ve bitişi, olayları kavramak için teorisyenler tarafından belirlenmiş olan süreçler olup, bunlar mutlak ve kesin değer sistemleri değildir. Bebek bir yaşında nitel ve nicel bir değişime uğrar. Yatay olarak hareket eden bebek ayağa kalkar yürümeye, daha da ötesi konuşmaya başlar. İşte çocuğun doğumundan yürümeye kadar geçen süre içerisindeki hikâyesine oral dönem diyoruz. Bu dönemde her şeyi oral bölge belirlemez ama ana eksen ağızcıl yapı etrafında teşekkül eder. Egonun ilk oluşum dönemi ve ilk ilkel savunma mekanizmalarının oluşumu bu döneme denk gelir. İlk nesne tasarımları bu dönemde oluşur. İlk self (kendilik) duyumu bu dönemde algılanır; iyi ve kötü nesne ve kendilik temsilleri bu dönemde başlar.

Freud, teorisini oluşturduğu dönemlerde bebeğin ruhsal gelişimi ile ilgili bugünkü bilgilerin çoğundan mahrum idi. Dolayısıyla genel çerçeveyi görmüş ama detayları izah etmekte zaman zaman yetersiz kalmıştır. Bu dönemi dinamik ekol içerisinde en yakından inceleyen kişi Mahler'dir. Dinamik ekolün farklı okullarının temsilcileri bu dönemle ilgili yap-bozun farklı parçalarını bize göstermeye çalışmışlardır. Nesne ilişkileri kuramı, kendilik kuramı, klasik dinamik kuram, ayrılık kuramı ve Adlerci kuram  bu dönemi çok yakından ele almışlardır. Genel hatlarıyla bakacak olursak bu dönemde çocuk bakıma muhtaç, çaresiz ve farkındalık düzeyinde olmayan dürtülerden ibaret bir varlıktır. Ama bu dünyayı keşfetmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya hazır bir potansiyele sahiptir. Çocuk, kendisine bu dünyayı anlatacak, algılatacak ve yorumlayacak bir rehbere ihtiyaç duyar. Bu rehber kendilerine bakan kişidir ve genellikle de annedir. Çocuk dünyayı algılayabilmek için önce 'içe almak' zorundadır. Bunun adı introjeksiyondur. İçe almayı ağız yoluyla başlatır. İlk içe alınan şey anne memesidir. Bu içe alma fonksiyonu beş duyu ile devam eder. Beynin biyolojik gelişimine ve zihinsel yapının açılımına uygun olarak içe alınan materyal bütünleştirilip birleştirilir ve anlamlandırılır.
Anne çocuğa bakım yaparak ihtiyaçlarını giderir. Onun bu ihtiyaçlarını giderirken çocuk almayı öğrenir. Annenin verme eyleminden de vermeyi öğrenir. Böylece çocuğun hayatta öğrendiği ilk şey alma ve verme eylemidir. Rahatlıkla veren bir bakıcının ellerinde alma ve verme edimini gerçekleştirmek çocuğun ilk ruhsal oluşumunun en önemli yapı taşını sağlıklı bir şekilde oluşturmasını temin eder. Çocuk bu içe almalarla dış dünyanın bir kopyasını içinde tasarlar. Dış dünya şekil, duygu ve anlam olarak somut bir şekilde içeri alınmıştır. Nesnelerin sürekliliği ve devamlılığı anlamına gelen obje constanti duygusunu oluşturarak zaman ve mekân kavramını meydana getirir. Bunu oluşturabilmesi için çocuğun anneyle iç içe geçmesi gerekir; annenin ruhuyla çocuğun ruhu bütünleşmeli, kaynaşmalıdır. Bu manada oral evreyi araştırmacılar dört alt küçük evreye ayılmaktadır.

Çocuk anne ile birleştikten, kendi vücuduyla anne vücudunu bir gördükten sonra yeterli donanıma ve kapasiteye ulaştığı dönemde, anneden ayrışmayla ilgili egzersizlere başlar. Bu ayrışma dönemi oral evrenin son altı ayı boyunca aşama aşama devam eder. Anne kucağındayken bebeğin başını geriye iterek anneden uzaklaşma yönündeki gayreti ilk ayrışma denemeleri, ilk birey olma mücadelesidir. Altıncı aydan sonra bebek yere bırakıldığında sürünerek anneden uzaklaşmaya çalışır. Aralarında gizil bir aura ilişkisi vardır sanki. Belirli bir metre anneden uzaklaşan bebek aradaki mesafenin açıldığını fark edince paniğe kapılıp tekrar anneye yönelir. Annenin buradaki bakışları çok önemlidir. Ben buradayım korkma seninleyim mesajını içeren ve bir taraftan da onun daha uzağa gitmesini cesaretlendiren bir bakış ve hissediş çocuğun birey olma konusundaki cesaretini artırır ve daha uzağa gitme konusundaki eylemine motivasyon kazandırır. Böyle bir çocuk sağlıklı bir gelişim çizgisinde olan çocuktur. Annenin korkak ve ürkek bakışlarıyla çocuğun kendisinden biraz uzaklaşma hissi karşısında hissettiği negatif duyguları alan bebek aynı panik hissiyle ayrışma isteklerinden vazgeçerek anneyle tekrar kaynaşmaya yönelir. Bu durum da ruhsal gelişmeyi bloke eder. Bu dönemde bebeğini seven, koruyan, kollayan, şefkat duygularını ona hissettiren ve onun birey olma konusundaki ufak çıkışlarını destekleyen bir anne, ideal bir annedir. Aşırı sevgiyle veya aşırı ilgisizlikle çocuğuna yaklaşan anneler ise çocuğun potansiyel gelişimini bloke eden bir süreci başlatmaktadırlar.

Aşırı doyurulan bebekler belirli oranlarda früstre edilmediğinden yani engellenmediğinden doyumsuz olacak ve narsist bir kimlik geliştirecektir. Bağımsızlık arayışları anneleri tarafından bloke edilen ve dış dünyanın tehlikeli olabileceği ile ilgili sinyalleri annesi vasıtasıyla alan bebek bağımlı ve çekimser bir kişilik örüntüsü içine girebilecektir. İlgisiz ve sevgisiz bir ortamda yetişen bir bebek ise ya otistik bir dünya kuracak ya da bu bebeğin motor ve zihinsel gelişimi fazlasıyla yavaşlayacaktır.

Bu dönemde en önemli hususlardan birisi de çocuğun ilk kendilik çekirdeğinin oluşmasıdır. Nesne tasarımlarını içeride şekillendirirken, yani dış dünyanın kopyasını iç dünyasında tasarlarken, o tasarımlar dünyasının içerisine, onlarla ilişki kuran bir birey olarak kendisini de koymak zorundadır. Ama kendisi nedir ve kimdir? Bir bebeğin kendisiyle ilgili bir yargıda bulunması, kendini tanıması ve tanımlaması, en azından kendisinin iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğu hakkında karar verebilmesi mümkün değildir. Yıllardır çocuğun kendilik tasarımının ne zaman ve nasıl oluştuğuyla ilgili sorular hep havada kalmaktaydı. Lacan'ın bu dönemle ilgili bir takım açılımlar getirmesi bu dönemi daha iyi kavramamıza imkân vermiştir. Lacan'ın Aynalama  (mirroring) evresi olarak nitelediği bu süreçte bebek kendiliği ile ilgili ilk tasarımları kendisine bakım yapan insanın gözlerindeki, yüzündeki ifadeden çıkarmakta ve kendisinin nasıl bir nesne olduğu ile ilgili tasarımda bulunmaktadır.

Bu dönemde duyguların ve imajların simgeye ve dile dönüştürülmesinin matematiksel yapısını izah eden Chomsky, epigenetik  bir formülasyondan bahsetmektedir. Dilin gelişiminin de ruhsal aygıtın gelişimine paralel olarak bir nedensellik taşıdığı ve matematiksel bir kurgudan oluştuğunu bize göstermektedir. Kendiliğin (self) ve dilin oluşumundaki bu matematiksel yapıyı tüm detaylarıyla ortaya çıkarmaya yönelik çok ciddi çalışmalar halen devam etmektedir. Yine burada bilmediklerimiz bildiklerimizden çoktur. Ama yap-bozun parçaları gittikçe netleşmektedir. Gerçeklik ilkesinin oluşturulabilmesi için nesneler önce introjekte edilmeli, yani içe alınmalı, ardından iyi ve kötü dünya tasarımına bölünerek ayrıştırılmalıdır. Bu işleme bölme/ayırma (splitting) diyoruz. Bu ayrıştırma işlevi önce bakıcının davranışlarıyla şekillenmektedir. Bakıcının davranışlarıyla bebeğe vermiş olduğu mesajlarla zaman zaman bebekte değerlilik ve kıymetlilik hislerinin oluşturulduğu iyi kendiliği aktive edilmekteyken, zaman zaman da değersizlik ve kıymetsizlik hislerinin oluşturulduğu kötü kendilik aktive olmakta, bunu oluşturan da kötü nesne olmaktadır. Bu durumda bakıcının ya da annenin şahsında dünya birbirinden tamamen farklı bir şekilde algılanan iki parçaya ayrılmaktadır: İyi dünya ve kötü dünya. Bunların aynı varlık olduğu algılanamamaktadır. Bakıcı hangi dünya olarak bebeğe ulaşmışsa bebeğin iç dünyasında o kendilik aktive olmakta ve faaliyet sürdürmektedir. İyi kendilik oluştuğunda çocuk mutlu ve huzurludur, kötü kendilik aktif hale geldiğinde de çocuk bir an önce bundan kurtulmak için mücadele vermektedir.

B- Psiko-toplumsal Açıdan

Ruhsal gelişimin psiko-toplumsal açıdan yorumlanmasını Eric Erickson formüle etmiştir. Freud'un ruhsal gelişim evrelerini aynen kabul eden Erickson insan hayatının tamamını ele alarak bunu sekiz evreye ayırmıştır. Bu evrelerin de ilki oral evredir. Hazzın yönelimi ile ilgili evreleri aynen kabul eden Ericson, bunun yanında psiko-toplumsal gelişimin de aktif olduğu önermesinde bulunmuştur. İlk bir yaşında çocuk, bakıcının elinde temel güven duygusunu oluşturmalıdır. Bu doğal ve olumlu gelişim sürecidir. Temel güven duygusu oluşturamayan bir bakıcı veya bakıcılar çocukta temel güvensizlik duygusunu meydana getirirler. Burada da muhtemelen yorumlamalarda ve tercümelerdeki hatalar sonucu temel güven duygusu yanlış anlaşılmaktadır. Temel güven duygusu sanki bir öz güven duygusuyla eşitlenmiş gibidir. Ama burada kastedilen bebeğin öz güven duygusunun gelişimi değildir. Buradaki temel güven duygusu anne ile kaynaşmış olan bir bebeğin anne vasıtasıyla dünyanın gerçekliğinin, sürekliliğinin ve değişmezliğinin temel bir yapı olarak varolduğuna inanması ve bu noktada temel bir güven ve inanç duygusu oluşturmasıdır. Yani renk, renk olarak, cisim de cisim olarak kalacak, sıcak yakacak, soğuk üşütecek ve fiziksel yasalar her zaman geçerli olacaktır. Anne hep sevecek, koruyacak bakım yapacak ve böylece ihtiyaçlar karşılanacaktır. Ruhun ilk örgütlenişinde bilinmezlik, belirsizlik ve tesadüf söz konusu değildir. Çocuk ruhsal kimliğinin inşasında ilk katını çatarken sağlam bir temel üzerine çıkmalıdır. Bu da bir annenin varlığını ve devamlılığını oral dönem boyunca sürdürmesiyle mümkündür. Annenin oral dönem içerisinde ölmesi, gitmesi, kaybolması veya ilgisini çocuk üzerinden çekmesi çok ciddi bir temel güvensizlik duygusu oluşturur. Bu nesnelerin sürekli olamayacağı ve her eline geçirdiği varlığı kaybedilebileceği ihtimalini çok yoğun hissetmesi temel güvensizlik duygusunu oluşturur. Daha sonraki dönemlerde herhangi bir varlıkla var olan birey bunları her an kaybedebileceği duygusunu bir sıkıntı yumağı halinde içinde sürekli hissedecektir.

Temel güven duygusunu oluşturmuş bir bireyde ise bu duygular hissedilmeyecek ve olaylar reel boyutta değerlendirilebilecektir. Daha açık bir ifadeyle, temel güven duygusunu oluşturmamış bir sevgili her an sevgilisini kaybedebileceği veya sevgilisinin kendisini terk edeceği; zenginliğe ulaşmış varlıklı bir bireyin her an zenginliğini kaybedebileceği; güvenlik içinde olan bir bireyin her an tehdit altında olabileceği, daha da ötesi bilgi sahibi bir bilim adamının bilgisini yitirebileceği ya da bilgisinin değersizleşeceği kaygısını içinde hissetmesi bebeklikten gelen temel güvensizlik duygusuyla ilintili olabilir. Bu bireyler içlerini hep dolduramadıkları bir boşluktan bahsederler. Nesnelere bağlanırken aşırı bağlanma ve bağlandıktan sonra da onları kaybetme kaygıları yüksek düzeydedir. Aynen bir bebeğin anneye bağlanıp onu kaybetmek istememesi gibi. Bu temel güveni geliştirememiş bireyler, temel güvensizlik duygularını örtebilmek için yoğun bir efor harcarlar ve nesneleri hep ellerinde tutmaya çalışırlar.

Kaynaklar:
-Uz.Dr.Tahir ÖZAKKAŞ - Bütüncül Psikoterapi